Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihsel pratiğine dönüp baktığımızda bir “Suikastlar Cumhuriyeti”ne çevrildiğini görüyoruz. Böylelikle bir «hayat garantörü" olması gereken cumhuriyet adeta bir kıyım mekanizmasına evrilmiştir. Bu anlamda bir «yönetme zihniyeti”, tarzı ve siyaseti olan suikast metodu neredeyse her dönem geçerliliğini korumuştur. En güzide aydınlarını, bilim insanlarını, siyasetçilerini, askerlerini, bürokratlarını «derin tanrılar”a adak niyetine sunan bu anlayış aynı zamanda toplumun «beyin kaynakları"nı yok eden bir «entelektüel jenosit”e dönüşmüştür.
Bu kayıpları önlemek, aydınlatmak ve bir daha olmasının önünü kesmek için somut hiçbir önlem geliştirmeyen devlet, her suikastla birlikte zan altında kalmaktan kurtulamamış, bunu kırıp atmak için ise şu ana kadar somut bir “irade” gösterememiştir. «Devletin bekası" adına girişilen bütün siyasi cinayetler aslında bir yönetme zihniyeti ve pratiğinin dışa vurumu sayılmalıdırlar. Her birinin iktidar denklemi içinde bir karşılığı vardır. O yüzden suikastlara “canice eylemler” söyleminden ötede bir «siyaset biçimi ve stratejisi” olarak bakmayı öneriyoruz. Tam bu noktada elinizdeki kitap komplolar ve provokasyonlar sarmalının en kanlı yüzü olagelen suikast olgusuyla bir «hesaplaşma” ve «yüzleşme” çağrısıdır.