Mehmed Kırkıncı

  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allahü Teâlâ dünya ve âhiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle ise onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek, İlâhî kanunlara zıttır. Allah’tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Hâlık-ı Zülcelâl’den çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, Cennet istemenin yolu da İlâhî emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlâhî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlâhî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibâdet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.
    İşte, bizim bilhassa üzerinde duracağımız kader, insanın kendi iradesiyle ilgili olan kısımdır. İkinci kısım olan ve insan iradesi dışında meydana gelen kaderin ise sebepleri insanlarca bilinmemektedir. Akıl mahlûktur, Hâlık’ını (yaratıcısını) ihata edemez kaidesince, insan aklı kaderin bu ikinci kısmına ait hikmet ve sırlara vâkıf olamaz. Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği asır ve belde, ömür süreceği müddet, anne ve babasının kim olacağı gibi hususlar bu kısma misâl olarak verilebilir. Bu ve benzeri meselelerdeki İlâhî takdirin sırrını anlamaya zorlanmak insanı helâke götürür. Bu sırlar âhirette, adalet gününde bütün incelikleriyle görünecektir. İşte Peygamber Efendimizin (s.a.v.), “Kader husûsunda konuşmayın, zira kader, Allah’ın sırrıdır (sırrullah), Allah’ın sırrını fâş etmeye kalkmayın.”[3]
    Hadîs-i Şerîfleriyle bizi uğraşmaktan men ettiği kader bu kısımdır. Yoksa, kaderin birinci kısmı üzerinde akaid âlimleri büyük mesai sarfetmişler ve eserler yazmışlardır.
    [3]. Alâaddin Aliyyü’l-Müttakî İbn-i Hüsâmeddin el-Hindi, Kenzü’l-Ummâl, 1:132.
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada şöyle düşünmektedir:
    Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm, insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir. Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
    Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha katmış olur.
    Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz.
    Zira:
    Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir. Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.[4]
    Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır; ikisini de yaratan Hak Teâlâ Hazretleri’dir. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Dünya işlerimizde cüz’î irademizi kullandığımızı ve hiçbir engelle karşılaşmadığımızı vicdanen bildiğimiz halde, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymakta karşımıza engeller çıktığını nasıl iddia edebiliriz? Yâni, mübah olan dünya işlerinin veya günah ve isyanların işlenmesinde insanın karşısına çıkmayan engeller sadece ibâdette mi çıkıyor ki, bazı kimseler, kaderimde olsaydı ibâdet ederdim gibi mânâsız ve asılsız bir özür beyânında bulunuyorlar.
    Ev yapmaya niyet eden bir insan bazı imkânsızlıklar dolayısıyla bu isteğine muvaffak olamayınca, ne yapayım, kaderim böyle imiş, diyebilir, lâkin o insan Cennet’teki köşkünü inşâda bir ihmal gösterirse, bu kusurunu kadere yükleyemez. Namaz kılmak isteyen bir kimsenin bu ibâdetini işlemesine ne mâni vardır? Eğer namaz kılmasını engelleyen mücbir sebep bulunsa o zaman mesuliyeti sözkonusu olmaz. Mücbir sebepten kastımız, aşılması insan tâkatının üstünde olan mânilerdir.
    Meselâ bir insan zorla meyhaneye götürülse ve elleri bağlanarak ağzından içki dökülse, bu kimse gücünün yettiği kadar karşı koymakla mesuliyetten kurtulur. Zira adı geçen fiili kendi cüz’î iradesiyle işlememiştir. Kendi iradesiyle içki içen veya bir başka günahı işleyen bir kimse, bunları kaderin mahkûmu olarak zorla işlediğini, ev misâlindeki adam gibi mazur olduğunu, elbette iddia edemez.
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Meselenin diğer bir yönü de şudur: Eğer insanlar günahları ezelde takdir edildiği için mecburen işleselerdi, herşeyi sonsuz hikmetle yaratan Hâkîm-i Zülcelâl’in insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması hep mânâsız olurdu. Meselâ, Cenâb-ı Hak bir insanı Cehennem için yaratmış olsa ve bunda insan iradesinin hiç payı olmasaydı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’de Cehennem’le tehdit edilmelerine lüzum kalır mıydı? Veya, insanlar ibâdet etmelerinde kaderin mahkûmu olsalardı, iradelerini kullanmaları söz konusu olmasaydı, Allahü Azimüşşân’ın insanlara ibâdeti emretmesine ne mânâ verilecekti?
    Diğer taraftan, Hak Teâlâ, Râuf ve Gaffar isimlerinin icabı olarak bizlere tevbeyi emretmekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “Tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir”,[5] “Allah günahlarla imtihan edildiği
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir. İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden herbirini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allahü Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, güneş ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye tâbi olmakta, o neyi isterse onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır. Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün fiiller Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yâni görmemizin dahilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde tesbiti değil midir?
    Yukarıdaki misâlde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hâdiseler bazen ânında verilmekte, bazen de geçmişte tesbit edilen hâdiseler bugün gösterilmektedir. Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilân ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara müstakbel hâdiseleri tesbit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasib etse, o takdirde Levh-i Mahfûz’un küçük bir misâli ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem mâziyi, hem hâli, hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir kabahatini gösterse veya istikbâlde bir cinayeti sergilese, “Bu cihaz böyle tesbit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da câni olamazdı” diyebilecek miyiz?
    İşte, Âdem aleyhisselâm’dan kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûz’da kaydedilmiştir. Kader-i İlâhî’nin
  • Yüksel Özhas quotedlast year
    bir defteri olan Levh-i Mahfûz’daki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiillere tâbidir; yâni nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûz’da yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır: “Sen istikbâlde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûz’da nasıl yazıldığını, yâni mukadderatını biliyor musun?” O halde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?
    Evet, her meselede, ilim malûma tâbidir hakikati güneş gibi parlıyor ve kul cüz’î iradesiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle o işi takdir ettiği ve fiilin işlenmesine teşebbüs ânında da o işi yarattığı açıkça anlaşılıyor.
    Bu hakikati izah etmek için birkaç misâl daha verelim: Bir öğretmenin yılların verdiği tecrübe ve ferâsetle öğrencilerinin okula devam etme durumlarını ve sene sonunda alacakları notları önceden bildiğini ve iradesiyle öğrencilere bu notları takdir ederek not defterine kaydettiğini farzediniz. Sene sonu imtihanının tam tamına öğretmenin ilminde mevcut olan tarzda neticelenmesi hâlinde sözkonusu öğretmen, öğrencilere hitaben: “Ben neticelerin böyle olacağını tâ sene başında biliyordum” dese, zayıf not alan öğrenciler: “O halde bizim ne kabahatimiz var? Siz bizi çalışkan olarak bilseydiniz, biz de sınıfımızı geçerdik” diyebilirler
fb2epub
Drag & drop your files (not more than 5 at once)